İKİ SESSİZ LÜTUF

 


Fehime, hamurlu elleriyle küçük kızına seslendi:

“Nurcan kızım, Baki’nin oğlan gelir birazdan, babanın dün getirdiği domates ve salatalıktan hazır et. Bir salkım üzümle birkaç tane de bayram şekeri ekleyi ver.” Elindeki hamura aldırmadan, yeni pişirdiği iki ekmeği de verileceklerin yanına bıraktı.

Baki Efendi epeyden beri hastaydı, ilçedeki pazara da gidemiyordu. İş yok demek, para da yok demekti.  Ak oğlan kuzuları otlatırdı, anası da azık etsin diye; her gün biraz peynirle yağ verirdi. Bunu bilen Fehime, çocuk kapıdan her geçtiğinde azığına bir şeyler ekler, selamlaşırdı. Sanki o azığa bir şey eklemese günü hayır gitmeyecekmiş gibi gelirdi. 

Köylük yer işte, su henüz çeşmede idi. Herkes günde bir kaç kez çeşmeye uğrar, suyunu alır da giderdi evine. Fehime’nin evi işte bu çeşmenin hemen arkasındaydı. Çeşme demek, Fehime demekti. Gelen uğrar, geçen selam selam ederdi o eve. 

Beş kızı vardı Fehime’nin. Erkek yoktu. Önce dert ettiğini artık pek de umursamaz olmuştu. Kızları yanı başında, dert ortağı, evin neşesiydi çünkü.  

Tarla işleri için yardımcı olacak ne bir traktörleri vardı ne de düzenli bir gelirleri. Ama evlerinin bereketi tamdı; sofraları dolup taşardı. Çünkü çalışmaktan da başkalarıyla paylaşmaktan da asla geri durmazlardı. İsraf kelimesinin evlerinde yeri yoktu. Her gün taze yemek pişer ve akşam vakti tüm kazanlar çoktan boşalmış olurdu. Bir gün bile, yarın ne olur demesine gerek kalmamıştı. 

Yemekler, ev ahalisine, hastalara, yetimlere, yaşlılara ve mahallenin hayvanları arasında pay edilirdi. Fehime, 

Köyde kim dara düşse, ilk çalınan Fehime’nin kapısıydı.

Fehime, emeğini ortaya koymaktan hiç çekinmezdi. Kendi anne babasının yaz-kış temizliğini bizzat kendisi yapar, eksik bırakmazdı onları. Köyde düğün yemeklerine diğer kadınların başında çalışır, dört başı mağrur derler ya, öyle sofralar kurarlardı. Elde ne varsa onunla… 

Birisi hastalandığında tandırın kara kazanını sarkıtır, içine kemikli et ve buğday koyar, helmeleninceye kadar kaynatırdı. Bu çorbanın kendine getiremediği hasta neredeyse hiç olmamıştı.

Bir sabah kapının önünde, kuyruğunu ürkekçe sallayan bir köpek beliriverdi. Ne ırkını biliyorlardı ne de sahibini. Muhtemelen çeşmenin önünde oluşan göletten su içmeye gelmişti. Küçük kızı şaşkınlıkla seslendi:

“Anne, bu köpek yabancı! Daha önce hiç görmedim.” 

Gerçekten de köydeki tüm çoban köpekleri çeşmeye uğrardı ama Fehime bu köpeği daha önce hiç görmemişti. Yukarıdaki kışladan gelmiş olabileceğini düşündü. Çünkü “Otur” dediğinde oturuyor, “Git” dediğinde gidiyordu; belli ki eğitimliydi.

Zamanla, o sabah kapının önünde kuyruğunu sallayan bu köpek, artık evin bir parçası olmuştu. Özellikle evin içine kapanık küçük kızı, onun sayesinde can bulmuştu. Nereye gitse, köpek arkasından geliyordu. Hem alışılmışın dışında bir cinsti hem de eğitimiyle köydeki tüm çocukların ilgisini çekmişti. Hatta çocuklar, onunla vakit geçirebilmek için küçük kızın aksamasıyla alay etmeyi bırakmışlardı. Çünkü köpeği komutlarla yönlendirmek herkesin hoşuna gidiyordu. Bu köpek, köydeki çocukların küçük kızı kabul bileti olmuştu sanki. Fehime, bu manzaraya her şahit olduğunda şükürle uzaklara dalardı. 

Gerçi biri sorsa, “Ne isterdiniz?” diye; muhtemelen “Bir traktör ya da araba.” derdi. “Kocamın beli bükülmesin artık.” Fakat hayat, onların istediklerini değil, tam da ihtiyaç duydukları şeyleri veriyordu.

Bir gün, Fehime’nin eşi uzak bir yoldan yaralı bir atla geldi. Yarasını sardılar atın. Yemini suyunu verdiler. Bu çamur içindeki yorgun ata bir de isim koydular. “Rüstem”.

Fehime gülerek, “İran şahının adını mı koydunuz?” dedi. Tevafuk bu ya, atın kendisi de İran’a kaçak mal taşıyan bir kafilenin atıydı. Ne yaşandığı tam bilinmese de Rüstem o karışıklıktan sağ kurtulmuştu.

Köpek ve at için dört bir yana haber salındı. Belki bir arayanları vardı, kim bilir? Ama ne atın ne de köpeğin sahipleri hiç gelmedi. 

Rüstem kısa sürede evin eli ayağı oldu. Tarlada, yolda ve hatta oyunda…

Rüstem’in gücü, sırtlarındaki yükü hafifletmişti. Ve Fehime her ikisine de baktıkça içinden sadece bir cümle geçiyordu; “Çok şükür Rabbim. Hayat, ihtiyaç karşılayanın ihtiyacını en iyi karşılayandı.” Bu iki misafir, hayatın onlara gönderdiği iki sessiz lütuftu.





Her gerçek, heybesinde bir bedel taşır… 

İnsanların çoğu, o bedeli ödemek istemediği için gerçeği de reddeder…

Dolayısıyla insan, mutlaka yüzleşeceği bedelleri büyütmüş olur…

 

"Deneyimsel Tasarım Öğretisi" insanın gerçek amacını amaç edinmiştir.

Doğru karar alabilmek, doğru seçimler yapabilmek için insanı açık bir bilince yönlendirir. Problemlerin gerçek çözümlerine yönelik stratejiler verir.

"Kim Kimdir" ile başlayan, "İlişkilerde Ustalık", "Başarı Psikolojisi" ve "Sakınmada Ustalık" ile devam eden programları insanların kendi dünlerine göre daha mutlu ve daha başarılı olmalarına katkı sağlar.

https://deneyimseltasarimogretisi.com/sakinmada-ustalik/

https://deneyimseltasarimogretisi.com/basari-psikolojisi-semineri/

https://deneyimseltasarimogretisi.com/iliskilerde-ustalik-semineri/

https://deneyimseltasarimogretisi.com/kim-kimdir-semineri/

Yorumlar