SAVAŞIN
GÖLGESİNDE # 13- VAZGEÇİŞ
İSTANBUL
Pencerenin arasından sızan gri ışık,
şehir sesleriyle birleşip evin içine yayılıyordu. Kahve makinesi çalışırken
çocuklardan biri “Bugün de aynı kahvaltı mı?” diye mırıldandı; diğeri ise
tişörtündeki küçücük lekeyi gösterip surat astı. İnternet birkaç saniyeliğine
yavaşlayınca “Niye hep bizi buluyor!” cümlesini de duyunca, çocuklara ne diyeceğini
şaşırmıştı anneleri.
Mutfağın perdelerini araladı Feride;
karşı apartmanın camında, kendi camında, benzer sabahların izini gördü. Hızla
büyüyen istekler, küçülen sevinçler… Yeni alınan oyuncağın sevinci akşama
varmadan sönerken, minik bir pürüz bütün günü gölgeleyebiliyordu. “Ne zaman bu
kadar kırılgan olduk?” diye düşündü. Mutluluğu kusursuz koşullara, huzuru
eksiksiz plana bağlayalı çok olmuştu. Oysa hayat hiç kimseye eksiksiz
gelmiyordu; eksilmeyen tek şey, şikâyete hazır bir dil ve kıyası yanlış yere
koyan bir zihin olmuştu.
Masaya taze ekmeği getirirken çocukların
gözlerine baktı: “Bugün var mısınız elimizdekilerle yetinebilmenin yollarını
aramaya!” dedi. “Küçük aksaklıklar, günümüzü ele geçirmesin.”
Çayın buharı yükselirken içinden
sessiz bir karar geçti. Şartları değil, kıyasları değiştirecekti. Çünkü
mücadele sadece büyük meydanlarda değil, evin mutfağında, sofranın kenarında,
dilin ucunda başlıyordu. Payına düşene razı olmayı öğrenmeyen, hiçbir
nimetin tadını alamıyordu.
Aynı saatlerde, farklı bir şehirde bir annenin sabahı bambaşka başlayacaktı; o, gözünden sakındığı evladını geride bırakıp başkalarının evlatlarına nefes olmaya koşacaktı.
Aynı saatlerde, farklı bir şehirde
bir annenin sabahı bambaşka başlayacaktı; o, gözünden sakındığı evladını geride
bırakıp başkalarının evlatlarına nefes olmaya koşacaktı.
DÜNYANIN GÖZÜ
ÖNÜNDE ZULMÜN YAŞANDIĞI O ŞEHİR
“Gece çok zorlu geçti biliyorum ama
kalkmalısın sana ihtiyacı olan çocuklar var.” dedi Hamdi.
“Elbette kalkacağım sen beni
hastaneye bırakıp geri dönebilir misin çocukların tek kalmasını istemiyorum.”
diye yanıtladı Alaa.
Alaa on çocuk annesi ve aynı zamanda
çocuk doktoruydu. Savaştan önce çocuklarını birbirine emanet edip işine gitmek
onu asla tedirgin etmezdi. Hepsi kendine yaşına göre güçlü ve marifetli
çocuklardı. Fakat savaş başlayınca artık onlara karşı daha bir hassas hale
gelmişti. Her gün asla tereddüt etmeden kısıtlı imkanları olan hastanelere
koşar ve çocuklara elinden gelen yardımı yapardı.
Alaa en-Neccar, Han Yunus'a
düzenlenen hava saldırısında 9 çocuğunun yanarak can verdiğini hastanede
çalışırken öğrendi. Eşi ağır yaralı, bir çocuğu ise hayatta kaldı. Saldırı,
Alaa işe gittikten birkaç dakika sonra gerçekleşti. Eşi Hamdi, onu hastaneye bıraktıktan
sonra eve döner dönmez saldırı yaşandı. Sağlık çalışanları sadece hedef
alınmakla kalmıyor, tüm aileleriyle birlikte yok edilmek isteniyordu. Üstelik
bu durum gizli saklı da değildi.
Herkes yardıma maddi manevi gücü olan
kişilerin hedef alındığına açıkça şahitti. Peki bu kadar açık bir tehdide
rağmen, o anneye işine gitme şevkini veren neydi? Kim gözünden sakındığı
evladından başka evlatların hayatları için böyle vazgeçebilirdi.
Keşke bilselerdi sadece
vazgeçebilenler sonsuz ikramı hakedecekti…
Neden,
Sıradışı bir ilmin,
Sıradışı keyiflerin,
Sıradışı ortamın,
Sıradışı ilişkin,
Ya da sıradışılarla ilişkilerin olsun ki?
Neden seninle ilişki kursunlar, sana değer versinler?
Sıradan bedellerle ödemede inatçı bir insanın, neden sıradışı bir yaşamı olsun ki?
Asıl mesele insanın neye rağmen ne yaptığı…
YanıtlaSilKaleminize sağlık🌺