Yağmurlu bir İstanbul sabahına uyanmıştı Selim. “Tam benlik havalar!” diye geçirdi içinden, pencerenin aralığından odaya dolan temiz havayı ciğerlerine çekerken. Bu keyfin biraz da pazar sabahına denk gelmesinden kaynaklandığını inkâr edemezdi. Hafta sonunun verdiği rahatlıkla kalın polarını giyip tekli koltuğa bıraktı kendini.
Yağmuru izlemeyi, dinlemeyi ve koklamayı oldum olası çok severdi. Ona göre yağmurun insana verdiği huzur bambaşkaydı. Selim’e sorsanız, tam anlamıyla bir terapiydi bu. Ruhunun dinginleştiğini, içinin yatıştığını hissederdi.
“Bu kadar rehavet yeter, amma da yayılmışım yahu.” diye mırıldandı Selim, bir yandan da doğrulurken. Masada gözüne çarpan tabletini aldı. Tableti eline alırken masanın hâline göz gezdirdi: Dosyaların arasından fırlamış kâğıtlar, çoğu yazmayan kalemlerle dolup taşan bir kalemlik, yarısı okunmuş kitapların arasında kaybolmuş not kâğıtları… Bir tarafta, çoktan kablosuz versiyonunu almış olmasına rağmen -belki lazım olur- düşüncesiyle unutulup kalmış 3 adet kablolu kulaklığı; diğer tarafta ise dün geceden kalma yarım bardak su…
“Şimdi bunlarla vakit kaybedemem.” diye düşündü. Tabletini alıp gelecek haftaya yetiştirmesi gereken projeye odaklanması gerekiyordu. Ama yanında bir kahve olsa hiç fena olmazdı. Mutfağa yöneldi, kahve makinesinin düğmesine bastı. Kahve demlenirken bir şeyler atıştırmak için buzdolabının kapağını açtı.
Açtığı anda gördüğü manzara keyfini kaçırdı. Poşetlerin içinde çürümeye yüz tutmuş meyveler, akşam siparişinden artıp “sonra yerim” diye üstü açık bırakılmış yemek, uzun zaman önce “bir ara yerim.” düşüncesiyle yarım kalmış yoğurt, üstü açık kaldığından artık tam olarak ne olduğu anlaşılmayan bir parça peynir… Hepsinin kokusu birbirine karışmış, ağır bir şekilde burnuna çarpıyordu. Selim hızla kapağı kapattı, yüzünü buruşturdu. Bir ara dolaptaki her şeyi çöpe atmak lazım diye geçirdi içinden.
A’tan mutfağı saran kahve kokusu vardı da kötü kokuyu bastırmıştı. Kahvesini aldı tabletine bakmaya başladı. En son nasıl kaydetmişti dosyayı? “Son”, “son1”, “en son”, “en sonn”. Masa üstünde dosyayı bulamıyor, “son” adını verdiği dosyaların hangisinin gerçekten en son olduğunu anlamaya çalışıyordu. Masa üstü adeta yarım dosyalar mezarlığı gibiydi.
Nihayet aradığı dosyayı bulmuştu ki, ekrana yeni bir e-posta düştü.  Okunmamış 1678 e-postanın arasına bir tane daha eklenmişti. Geçen hafta toplantı tarihinin değiştiğini bildiren önemli bir mesajı bu yığının içinde fark edemediği için ne kadar da mahcup olmuştu. “Amann olsun… Tam da aradığımı bulmuşken, bunları ayıklamakla uğraşamam, şimdi sırası değil.”
Tekrar dosyayı açıp çalışmaya başlamıştı ki, telefonuna mesaj bildirimleri gelmeye başladı. Gözü ister istemez mesajlara kaydı ve mesaj uygulamasını açtı. Karşısında, aslında “Hiç okumasam da olur!” dediği onlarca farklı gruplardan mesajlar vardı. “ALLAH’ım ne kadar çok grubum varmış!”Parmağıyla ekranı kaydırırken, yakın bir arkadaşının günler önce attığı mesaja “sonra dönerim” diye düşünerek cevap vermediğini ve bu mesajın gereksizlerin arasında kaybolduğunu fark etti. Hatasını telafi etmek için hiç düşünmeden arkadaşını aradı.
Laf lafı açtı ve haliyle vakit de geçti. Brütte ne kadar çok hareket vardı ama nete gelince geriye kalan koskoca bir hiçti…
Her yerdeki fazlalık ve dağınıklık, aslında zihnindeki kalabalığın bir yansımasından başka bir şey değildi. Üstelik sadece dikkatini değil, en kıymetlisi olan vaktini de çalıyordu. Zaman kaybetmemek için sadeleşmediği şeyler yüzünden, aslında ne kadar çok vakit kaybediyordu. Bu karmaşanın içinde gerçekten önemli olanlar bile önemsizmiş gibi görünmeye başlıyor, sonradan toparlamak ise çok daha zor oluyordu.
Halbuki fazlalıkları ayıklasa, gereksizlerle oyalanmayı bıraksa, öze dönebilecekti. Ve o özün hakkını verebilecekti. Tıpkı merceğin yaptığı gibi… Işık her yöne dağıldığında hiçbir etki bırakmaz; ama tek bir noktada toplandığında kâğıdı yakacak kadar güçlü hale gelir. İnsan da hayatından faydasız olanı çıkardığında ve gerçekten ihtiyacı olana odaklandığında, kendi yaşamında mercek etkisini başlatabiliyordu.
Zaman, dikkat ve enerji sınırlıydı. Onları dağınıklığa harcamak yerine odaklanmaya yatırmak, “az” ı “çok” yapıyordu. Çünkü aslında, az olan öz, en çok olanın ta kendisiydi.
Her gerçek, heybesinde bir bedel taşır…
İnsanların çoğu, o bedeli ödemek istemediği için gerçeği de reddeder…
Dolayısıyla insan, mutlaka yüzleşeceği bedelleri büyütmüş olur…
"Deneyimsel Tasarım Öğretisi" insanın gerçek amacını amaç edinmiştir.
Doğru karar alabilmek, doğru seçimler yapabilmek için insanı açık bir bilince yönlendirir. Problemlerin gerçek çözümlerine yönelik stratejiler verir.
"Kim Kimdir" ile başlayan, "İlişkilerde Ustalık", "Başarı Psikolojisi" ve "Sakınmada Ustalık" ile devam eden programları insanların kendi dünlerine göre daha mutlu ve daha başarılı olmalarına katkı sağlar.
https://deneyimseltasarimogretisi.com/sakinmada-ustalik/
https://deneyimseltasarimogretisi.com/basari-psikolojisi-semineri/
https://deneyimseltasarimogretisi.com/iliskilerde-ustalik-semineri/
Yorumlar
Yorum Gönder