Güneşin odalarının penceresinden süzülmesiyle, üç küçük kalp gözlerini açtı. Bakalım bugün evlerinde ne dünyalar kurulacak, hangi serüvenlere yelken açılacaktı?
Defne, resim yapmayı çok seviyordu. Adeta renklerle konuşuyor, gördüğü her güzelliği tuvaline yansıtıyordu. Onun dünyası sadece gördüklerinden ibaret değildi. Bir de hayal dünyası vardı. Bunun yanında dış dünyaya karşı da çok dikkatliydi. Yeni bir şeyi öğrenmesi için sadece izlemesi yeterliydi. Tüm detayları tıpkı fotoğrafını çekmiş gibi hatırlardı.
Merve, evin sesi, neşesiydi. Her sabah en sevdiği şarkıları söyleyerek güne başlardı. Onun için her şey bir ritim aleti olabilirdi. Tabak, kaşık, çatal hatta tencere kapakları... Okuduğu hikâyeleri yüksek sesle anlatmayı severdi. Bütün uyarılara rağmen mırıldanarak okumaktan vazgeçemez, “Sessiz okuyunca anlamıyorum, ne yapayım?” diye itiraz ederdi.
Sesini herkese duyurur duygularını tonlamasıyla ifade ederdi. Bir de ev halkına yoklama çekerdi, bakalım onu dikkatle dinlemişler mi? Bazen sorular sorar, bazen de bir kez daha onlara anlattırırdı.
Duru ise peluş oyuncakları ile oynar, onları yumuşacık battaniyelere sarıp sarmalardı. Uyku arkadaşı olmadan uyuyamaz, nereye gitse yanında taşırdı. Tek başına tüm gününü geçirebilirdi. Her şeye dokunur, dokusunu kokusunu hissederdi. Babası işten geldikten sonra ilk o kucaklardı. Bir de sabunları vardı Duru’nun hem de kendi yaptığı… O da her haliyle ablalarından pek farklıydı.
Anne ve babaları da bu kadar farklılığın olduğu evde kendilerini tüm zenginliklere sahip görürlerdi. Bu üç küçük kalbi hiçbir zaman aynı kalıba sokmazlar, her birine kendi diliyle yaklaşıp kendi hayat öykülerini yazmaları için fırsat sunarlardı.
Defne’ye resimli kitaplar alır, boya kalemlerini ise hiç eksik etmezlerdi.
Merve’nin sorularına sabırla cevap verir, anlattıklarını da heyecanla dinlerlerdi. Çünkü bilirlerdi ki, konuşmak Merve’nin hayat damarlarındandı.
Duru’ya gelince, bilirlerdi ki o fazla ilgiden hoşlanmaz. Duru kendi halinde sessiz sakin, dingin bir hayat tercih ederdi. Anne babaları da hiç birini birbiri ile kıyaslamaz, her birine kendi diliyle yaklaşırlardı.
Her birinin özelliklerini yok saymadan ilişkilerini sürdürmek bu güzel aileyi birbirine bağlıyordu. Bunun yerine her birinden benzer şeyler bekleyip, bir de kıyas etmiş olsalar güçlü bağlara sahip bir aile olmakta zorlanırlardı.
Öyle ya insanoğlu çoğu zaman apayrı şeyleri kıyas etmekten geri durmaz. Bir elma ağacına bakıp neden erik vermiyorsun demiyor belki ama karşısındaki insan olunca bu kadar anlayışlı olamayabiliyor. Kendisinden farklı olan çocuğu bile olsa hemen bir problem var diye düşünebiliyor.
İnsan kendine benzeyenle olmak istiyor ama :) farklı olanla nasıl anlaşacağız? Üstelik aynı evde yaşadığımızla bu nasıl kolay olur ki?
YanıtlaSilHer insan biriciktir…
YanıtlaSilFarklılıklar insanı geliştirir zenginlik katar…
YanıtlaSilZira herkesin benzer olduğu dünya çok sıkıcı olamaz mıydı ?
Kaleminize sağlık 🍀
Yani karşımızdaki kim olursa olsun ona mizacına göre yaklaştığımızda, ilişkiye de doğru kapıdan girmiş oluyoruz.🌸 Peki insanların mizaçlarını nasıl anlayabileceğimize dair daha detaylı bir yazı okuyabilir miyiz kaleminizden?
YanıtlaSilHer birinin özelliklerini yok saymadan ilişkilerini sürdürmek çok kıymetli….
YanıtlaSilİdeal ebeveyn örneği olmuş, farklılıkları keşfedip ihtiyaca göre davranabilmek ne kadar da kıymetli. Elinize sağlık☺️
YanıtlaSilfarklılıklar <3
YanıtlaSilAsıl problem insanın farklılıklarını görmemek, oysa her insanın parmak izi bile farklıyken aynı kalıp insan olmaları beklenemez…
YanıtlaSilFarklılığı farkedince insan, anlayışı artıyor...
YanıtlaSilBilen ve farkında olan anne-baba bu 3 küçük kalbin en büyük şansı... kıyaslamayan ve çocuklarının faklılıklarını anlayabilen ebeveynler olabilmek dileği ile...
YanıtlaSilOlaylara bakış açımız marifetimizi ve yönetim şeklimizi ne kadar değiştiriyor ve etkiliyor…hata arayan gözlerle değil keşfetmeye çalışan gözlerle bakmalı etrafımıza.
YanıtlaSil